19 Haziran 2011 Pazar

Bir Tarantino işkencesi – Inglorious Bastards


Sanırım Tarantino'yu hiçbir zaman sevemeyeceğim. Elimden geleni yapıyorum,ancak olmuyor. Nasılsa bu satırları okumayacak. O yüzden gönül rahatlığıyla yazabilirim: benim açımdan vasat yönetmenlerin arasında bile yer alamaz.

Inglorious Bastards'ı izledikten sonra IMDBdeki puanına bakayım dedim. Çok şaşırdım. Bence bu film bu puanı haketmiyor. Şu an 8,4 puanda. Bu en iyi ilk 250 film arasında olduğunu gösterir. Yazımı bitirdikten sonra, insanlar benim göremediğim ne görmüş diye kapsamlı bir araştırma yapacağım.Ama şu an sadece amatör gözle bu film bana neler hisettirdi onu sizlerle paylaşacağım.

Film Inglorious Bastards adlı Nazi'leri öldürmeyi amaç edinen bir grup asker ve Yahudi soykırımından bir şekilde kaçmayı başarmış Fransız genç bir kızın etrafında dönüyor. Inglorious Bastards adlı grubun lideri Kızılderili soyundan gelen bir Amerikalı. Nazi subaylarını öldürmeleri için kurduğu gruba subayların kafa derilerini yüzmelerini emrediyor. Grup Nazilerden kaçıp da Amerikalı olmuş eski yabancı askerlerden oluşmuş. Öte yandan soykırımdan kaçmayı başaran genç kız ise kendisine halasından miras kaldığını söylediği bir sinemayı zenci bir yardımcı ile birlikte işletmekte. Tüm bunlara bakıldığında Tarantino'nun ırkçılığı çok güzel bir şekilde işlediği düşünülebilir. Yine de ana karakterler çok sönük kalmışlar. Öyle ki yardımcı oyuncu kıvamında rol alıyorlar. Irkçılığı yoketmeye çalışan bir Amerikan subayının kafa derisi istemesinin ironisi başarılı. Fakat hepsi ama hepsi bu.

Tarantino son zamanlarda kısacık bir konuyu uzun sürede anlatmaktan aciz görünüyor gözüme. Neyi yönetiyor anlayamıyorum. Oyuncular, sahne, ışıklar hiç birinin standardı yok. Hepsi raydan çıkmış tren gibi insanın üzerine gelip canını sıkıyor. Uzun yavan sahneler, kişilikleri olmayan içi boş karakterler derken film bitiyor. Aklımızda kalan nedir? Hiçbir şey. Bu filmde aynı şekilde aklımda birkaç kare kaldı. Bunlardan üç tanesi bana bir başka yönetmeni çağrıştırdı. Guy Ritchie. Çağrığımlardan biri filmlerin nasıl hızla tutuştuğunu anlatan kısımdı. Bir diğeri de bir Nazi subayının isminin yazı olarak filmin üzerinde göründüğü kısım. Filmin ilerleyen dakikalarında Inglorious Bastards ve asıl kızın planları ilginç bir şekilde çakışıyor. Bu sahneler de son olarak bana yine Guy Ritchie'yi hatırlattı.

Amerikan subayını oynayan Brad Pitt'in oyunculuğunu hiç beğenmedim. Filmde en başarılı oyunculuk performansı bana göre Christoph Waltz'a ait. Film onun çevresinde değer kazanmış. Ancak onun ve kısa bir süre sahnede görünen yine de oldukça iyi bir performans sergileyen Michael Fassbender'ın oyunculuğu bile filmi kurtaramamış. Oldukça yavan, uzun ve bitmesi için can sıkıntısı ile beklenen bolca sahne var.

Tabii tipik Tarantino ayaklarını bu filmde de gördük. Ve her zamanki gibi “eğer karşındakini salak yerine koyarsan hiç beklemeden hemen ölürsün” cümlesi heryerdeydi. Kan ve şiddettin bolca akıtıldığı sahneler de tipik Tarantino. Ayrıca ana karakter öleceği zaman arka planda duyulan romantik müzik de yine tipikti. Filmin herhangi bir yerinden 10-15 dakika izletirseniz hepimiz “bu Tarantino filmi” deriz. Ama yönetmenin tanınması için bu reklamlara mı ihtiyacı var yoksa tek bir kare ile imzasını atmaya mı? Ben ikinci seçeneği seçen bir izleyiciyim. Tek bir kare görüp “bu Tarantino filmi” diyebilir miyim? Cevabım: Hayır. Çünkü gerek kameranın açısında, gerek oyuncularda, gerek bir filmi film yapan diğer unsurların hiçbirinde ben bir imza göremiyorum. İşte sanırım Tarantino sevmiyor oluşmun nedeni de bu. Bu filmi de sevemedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder